ÇAĞIMIZIN EN YAYGIN HASTALIĞI: STRES!

H24/ Makale / Prof. Dr. Bayram ALTAN 

Çağımızın en yaygın hastalığı olan Stres; bugün, dünyayı saran bir tehlike haline gelmiştir. Hızla ilerleyen teknoloji, hemen her geçen gün yerleşim merkezlerinde göze çarpan yapısal değişiklik, motorlu vasıtaların egzozlarından ve fabrika bacalarından yükselen zehirli gazlar, gürültülü, hareketli ve hızlı bir yaşam, monoton bir çalışma temposu ve başdöndürücü bir hızla ilerleyen zamanla yapılan yarış….

İşte strese davetiye çıkaran önemli ve etkili faktörler:

Gün gelir insan, hiçbir şeyden zevk alamaz. Pek çok şey anlamsız gelmeye başlar… Bazen yaşamak bile istemez. Başını iki elinin arasına alarak, “ eyvaah! Strese girdim galiba” der, durur. Bunalımlı bir hayata girme korkusu sarar insanın bütün kalbini. Metanetini yitirmemek için çırpınmaya başlar. Ancak inanç, azim ve iradesiyle ne derece başarılı olur, bilinmez.

Bayram tatilini geçirmek üzere gittiğim İstanbul’da bayramdan hemen sonraki gün, İktisadi Devlet Teşekküllerinden birinde çalışan bir arkadaşımı ziyaret ettim. 8-10 bayan ve erkek personelin birarada çalıştığı bir bürodaydı. Selamlaşıp kucaklaştıktan sonra beni mesai arkadaşlarıyla tanıştırdı. Oturup biraz sohbet ettik. Yanımızda bulunan masada çalışan bir bayan, ister istemez konuşmalarımıza kulak misafiri oluyordu.

Bir ara arkadaşım, işlerinin çokluğundan fazla yorulduğunu, yeterince dinlenemediği için de strese girme tehlikesi ile karşı karşıya geldiğini anlattı. Ben de, böyle bir sıkıntıya düşmeden yorgunluğunu üzerinden atabilmesi için tatile çıkması gerektiğini söyledim.

Bir bu konuyu kendi aramızda konuşurken yanıbaşımızdaki bayan hemen söze karıştı.

Beyefendi, biz burada tam bir stres içindeyiz. Görüyorsunuz değil mi, küçücük bir büroda kaç personel çalışıyor? Her kafadan bir ses çıkıyor. Bir yandan biriken işler, bir yandan gürültü ve problemler… Hepsi biraraya gelince insanın beynı tırmalanıyor…

Artık biz, oturduğumuz koltukta geriye yaslanmış, konuşan bayanı dinliyorduk. Bayanın gerçekten de büyük bir stres içinde olduğunu anlamakta gecikmedim. Konuşup rahatlamak istiyordu. Bir ara, “ rahatsız etmiyorum değil mi? “ diye sordu. “Hayır!” cevabını verdik.

Stres içinde olan bir insan, çabuk çabuk konuşur, hemen heyecanlanır, el-kol hareketleri yapar…

Hırs doludur. Çabuk telaşlanır, hemen alınır. Küçücük bir hadise karşısında hemen sinirlenir. Stres içinde olan bir insanın boş zamanı da olmaz. Dolayısıyla karşısındaki insanın sözünü kesip kendisi konuşur. Konuştukça da açılmak ve rahatlamak ister.

İşte, sözümüzü kesen bayan da bu haldeydi. Strese girmesine sebep olan olayların nasıl cereyan ettiğini anlatmak istiyordu.

Dinlemek zorunda kaldık:

Bir akşam arkadaşlarımız ailece yemeye gelmişlerdi. Kendimi hiç de kötü hissetmiyordum. Konuştuk, gülüştük, neşelendik, yemek yedik… Misafirleri uğurladığımızda saate baktım, gecenin 12.30’u olmuştu. Uyku tutmadı. Biraz geç yattım. Ve her şeh ertesi sabah başladı… Sanki o gece birşeyler olmuştu. Uyandığımda kalkmak istemiyordum… Yorgun olduğumu hissettim. İstemeyerek de olsa hazırlandım. O gün çalışmak istemiyordum. Herşey dayanılmaz hale geldi bana…

Büroya geldikten sonra susmak bilmeyen telefonlar…daktilo sesleri… Ve büro Amirinin ikide bir yanına çağırması… Sanki hergün yaşadığım şeyler değidi. Eve geldim. Alış veriş yapmak istememişti canım. Yemeği hazırlayacağım bir sırada lavabo tıkandı. Çamaşırları makinaya tıkayıp düğmesini çevirdim, çalışmadı.

Bu arada zil çaldı. Kapıyı açtığımda oğlum ağlayarak içeri girdi. Meğer okulda arkadaşlarıyla kavga etmiş, düşmüş ve dizleri kanamış… Artık her şeyin sonuydu bu! Ağlıyor, ağlıyordum… Gözyaşlarımı tutamadım. Kağıt mendiller bitiyor, gözyaşlarım dinmiyordu…

Ertesi sabah daha da kötüydüm. Bir öncekinden daha beter bir ruh haliyla uyandım. Kendimi çok kötü hissediyordum. Yataktan kalkamadım. Oğlumuzu okula hazırlaması için babasından rica ettim. Sonra yorganı başıma çekip uzandım.

Büronun o boğucu havasına katlanamayacaktım. Hasta değildim. Ama büyük bir yorgunluk ve isteksizlik vardı içimde. Eşim de merak ediyordu.

Yanıma yaklaştı ve sordu:

Neyin var, hasta mısın?

Hayır, hiçbir şeyim yok, dedim.

Gerçekten de hasta değildim. Ama kendimi de iyi hissetmiyordum. Eskisi gibi hayat dolu bir insan olarak göremiyordum kendimi. Yaşamaktan yorulmuş, hayata küsmüş gibi bir halim vardı benim. En küçük bir sözden hemen alınıyor ve kırılıyordum. En hafif bir tenkit, hemen gözyaşlarına boğulmama yetiyor, artıyordu bile. Sanki herkes benimle uğraşıyordu.

Belki inanmayacaksınız ama eşimden ve oğlumdan bile şüphelenmeye başladım. Onların da birlik olup bana komplo hazırlayacaklarını bile düşünmeye başladım…

Eşim bu halime bir türlü anlam veremiyordu. Her geçen gün, bir önceki günden farklı değildi. İşime sürüklenerek zorla gidiyor, ev işlerimi yarım yamalak yapmaya çalışıyordum. Hayat ufkumda mutluluk güneşi sönüvermişti sanki. Hep ağlamaklıydım. Radyo ve Televizyondan dinlediğim duygusal bir parça, hemen hıçkırıklarla ağlamama sebep oluyordu…

Eşim zamanla bu halime yanlış anlamlar vermeye başladı. Önceleri şefkatli bir yaklaşım içindeyken yavaş yavaş hırçınlaşmaya başladı:

Neyin var senin? Kendini toparlasana!…

Eşimin bu hırçınlığı yetmiyormuş gibi çalışan arkadaşlarım da karşıma geçip arz-I endam etmeye başladılar.

Her kafadan bir ses çıkıyordu:

Bir seyahate çık, iyi gelir…

Köyüne git, kafanı dinlersin…

Bir hafta izin al…

Üzülme, iyi olur…

Çok yorulmuşsun, biraz dinlensen?…

Aman hasta olma, gerisi önemli değil!…

Büro arkadaşlarımın ağzından yükselen bu seslerin her biri beynimi zonklatıyordu.

Bir ara tatile çıkmaya karar verdim ama sonra vaz geçtim. Artık dayanabileceğimi zannetmiyordum. Çünkü pek çok şey anlamsız gelmeye başladı bana. Ve en korkuncu da uykularım kaçtı. Geceleri bir türlü uyuyamıyordum. Uyuyabilsem, belki de kafamı karıştıran, hayatımı felce uğratan bütün problemler bir anda sıyrılıverecekti zihnimden. Uyuyamayınca da gözlerimin önünde şekiller belirmeye başlıyor, zihnimi çeşitli konular meşgul ediyor, kulaklarımda uğultular başlıyor… Kendimi hayaller ülkesinde zannediyordum.

Sonuç: Korku, ürperti, heyecan ve gözyaşları….

Sonunda bir doktora görünmek zorunda olduğuma inandım.

Ve doktorun muayenehanesinin yolunu tuttum. Yazdığı ilaçlar sakinleştirici, uyku düzenleyici ve stres giderici idi. Az da olsa yararı oldu. Ancak bu sakinleşme sürekli değil, geçici idi.

Günün birinde karşılaştığım yüreğimi parçalayan bir olay ve tek sözcük, benim yeniden hayata dönmeme; mutlu, şen ve hayat dolu bir insan olarak yeni bir yaşam dönemine girmeme neden oldu.

Çok sevdiğim oğlum, benim bu üzgün ve durgun halimi fark edince, koşup yanıma geldi ve “ anneciğiiiiiiim!” diyerek boynuma sarıldı, yanaklarımdan öptü ve beni masum kollarıyla sımsıkı kucakladı. Sonra : “- Anneciğim seni çok seviyorum. Ne olur artık gözlerin yaşlarla dolmasın. Üzülme. Sana ihtiyacımız var. Ben sensiz ne yaparım? Sar beni, okşa saçlarımı her zamanki sıcak şefkatinle. Senin için dua ediyorum. Gözyaşlarının dinmesi için yalvarıyorum Allah’a.” deyince kendimi bir anda toparlayıverdim.

İşte o zaman “ SEVGİ” adı verilen duygunun, insan için büyük bir destek ve büyük bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha anladım. Ve işime yeniden başladım.

Artık insanlara, bozulan çamaşır makinasına, tıkanan lavaboya, biriken çamaşırlara, yığılan bulaşıklara, katlanmak zorunda olduğum tüm monotonluklara olumlu bakmaya başladım.

Kendimi toparlamak gerçekten de tek kurtarıcı olan Allah’a dayanmak, güvenmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek gerektiğini düşündüm. Ve bütün bu sıkıntıların, zayıflığımın, olaylar karşısında telaşa kapılmamın sebebinin, inancımın gereğini tam olarak yerine getiremediğimden kaynaklanmış olabileceğini düşündüm.

Şimdi bu ihmalimi telafi etmeye çalışıyorum. Her namaz kılışımda yeniden dünyaya gelmiş gibi hissediyorum kendimi. Hele tabiatın büyük bir sessizliğe gömüldüğü sabahın seher vaktinde kalkıp pırıl pırıl abdest alarak eşim, ben ve oğlum birlikte namaz kılıp sonra da ellerimizi açarak kalbimizden yükselen samimi duygularla Allah’a yalvarırken kazanmış olduğum mutluluğu hiçbir şeye değişmem. Özellikle seher vaktinde elde ettiğim haz ve büyük mutluluk ile yepyeni bir dünyanın insanı oluverdim sanki…

Arkadaşımla birlikte dinlediğimiz bu ibret dolu olay karşısında gerçekten çok duygulandık. Bizzat yaşadığı bu olayı anlatan bayan memura: – Allah bir daha öyle sıkıntılı günler göstermesin.” Demekten başka bir söz bulamadık.

Bu dramatik olaydan da anlıyoruz ki manevi değerlere inanan insanların, inanmayanlara göre strese yakalanma riski çok daha fazladır.

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir