
MEZHEPLER HAKKINDA KISA BİR MÜTALAA
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
Mezhep Arapça bir kelime olup gidilen yol anlamına gelir. Istılahî olarak da İslam’ın, Kur’ân ve Sünnet’in anlayış şekilleridir. Bunlara Türkçemizde okul, ekol gibi farklı isimler de verilebilir. Dilimizde mezhep hem amelî, hem siyasî ve hem de itikadî konulardaki görüşleri içine alıyor ise de, itikadi ve siyasi mezhepleri diğerlerinden ayırmak için fırka ya da nıhle şeklinde kullanımı mevcuttur.
Biz bu yazımızda mezheplerin doğuşuna etki eden nedenler ve mezheplerin oluşumundan değil işin hikmet yönüne değineceğiz. Şunu ifade edelim ki, mezhepler sadece İslam için değil bütün dinler için geçerlidir. İnsan olan yerde ihtilaf ve ayrılıklar vardır ve aynı dinin farklı hükümlerini farklı şekillerde anlamaları kadar tabii bir şey yoktur.
Her bir zamanın farklı problemleri ve hükümleri vardır. Dolayısıyla da asırlara, zamanlara göre kanunlar değişir. Öyle ki aynı asırda, değişik coğrafyalarda farklı kavim ve kabilelere göre ayrı ayrı kanunlar bulunabilir. Bundan dolayıdır ki aynı zamanda farklı yerlerde ve değişik kavimlere ayrı ayrı peygamberler gelmiştir. Ancak Hâtemü’l-Enbiya olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’den sonra, İslam dini her bir zamana ve her bir millete hitap etmekte olduğundan, sonrasında farklı dinlere ve kanunlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat dinin furûâtında yani ayrıntılarında, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç duyulmuştur.
Şüphesiz ki her mevsimin elbisesi farklıdır ve mizaçları ayrı olan her bir insan için ayrı ayrı ilaçlar verilir. Aynı şekilde kanunlar asırlara göre ve milletlerin yapılarına göre değişiklik gösterir. Dinî hükümlerin teferruat kısmı da, insanların durumlarına göre değişiklikler arzedebilir.
İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.) zamanı ile Hz. Musa (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) zamanları aynı değildir. İnsanlığın ilk zamanında bu güne insanların ilmi birikimleri, şahsi ve sosyal yapıları, hayata bakışları ve dünyadan istifadeleri ve pek çok konuda muazzam ayrılıklar mevcuttur. Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önce gelen peygamberler zamanında insanların tabakaları birbirinden çok uzak, huy ve karekterleri bir derece kaba, şiddetli, fikirce basit ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki kanunlar, onların haline uygun bir şekilde ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve dinlerin bulunduğu olmuştur. Tabiri caiz ise Hz. Âdem (a.s.) zamanı insanın çocukluk dönemi olup ilköğretim döneminin karşılığıdır. İnsanlık henüz çocuktur ve ona göre tahsil hayatı ve müfredatı belirlenir. Eğitim basit bir takım derslerden ibarettir. Disiplin kâideleri de ona göre tesbit edilmiştir.
Hz. Musa zamanı ise insan hayatındaki ortaokul dönemi gibidir. Bu dönemdeki müfredat ve sorumluluklar ilkokula nisbeten biraz daha geliştirilmiş vaziyettedir. Bu noktada Hz. İsa devrini de lise tahsil zamanına benzetebiliriz. Bu zaman daha önceki öğretim zamanlarından tabii ki çok daha gelişmiş vaziyettedir. Ancak bir Üniversite dönemi de değildir.
İnsanın eğitim ve öğretimde ister örgün ister açıköğretim olsun son nokta Üniversite zamanıdır. Yanlış anlaşılmasın ki Üniversite tahsili sonrasında eğitim, öğretim tamamen bitmiş, artık öğrenilecek bir şey kalmamıştır demek değildir. Beşikten mezara kadar eğitim ve öğretim devam etmektedir. Zira öğrenilen şeyler bilinmeyenlere göre denizde bir damla bile değildir. Bu itibarla Allah’ın kâinat kitabı her yönü ile okunmaya devam edilecektir. Ancak bizim burada sözünü etmek istediğimiz şey Üniversite eğitiminin üst seviye bir eğitim olduğunu vurgulamak ve Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanının insanlığın Üniversite çağı olduğunu ifade etmektir.
Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlık birtek hocayı dinleyecek, birtek dinle amel edecek vaziyete ulaştığından, ayrı ayrı dinlere ihtiyaç kalmamış, ayrı ayrı öğretmenlere de lüzum görülmemiştir. Ancak insanlık tamamen de aynı seviyeye gelmediğinden ve bir toplum hayatı aynı düzeyde olmadığından dolayı farklı mezhepler vücuda gelmiştir. Eğer, beşerin büyük çoğunluğu, bir yüksekokulun talebesi gibi, sosyal hayatta aynı düzeyde olsa, bir seviyeye ulaşsa, o zaman mezhepler birleştirilebilir. Fakat insanların şimdiki durumu o hale müsaade etmediği gibi, mezhepler de bir olamaz.
Bu noktada insanın zihnine şöylesi bir soru takılabilir: “Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin farklı hükümleri hak ve doğru olabilir?” Konuyla ilgili verilen şu açıklama soruya cevap verebilecek mahiyettedir. “Bir su, beş değişik yaratılıştaki hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vâciptir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi zararlıdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada çoğaldı. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilâçtır, yalnız vâciptir, başka hükmü yoktur? İşte bunun gibi, ilahi hükümler, mezheplere Allah’ın hikmeti gereği uyanlara göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, yararlı olur.”
Bu konuda verilebilecek çok örnek olmakla birlikte, bu yazımızı uzatmamak adına sadece bir örnek vermekle yetineceğiz. Meselâ, ilahi hikmetin uygun görmesiyle İmam-ı Şâfiî’ye uyanlar, genel olarak Hanefîlere nazaran köylülüğe ve bedevîliğe daha yakındırlar. Bu itibarla, cemaati birtek vücut hükmüne getiren sosyal hayatta eksik olduklarından, herbiri bizzat Allah’a kendi derdini söylemek ve hususî arzusunu iletmek için, imam arkasında Fâtiha’yı birer birer okuyorlar. Bu durum doğrunun ve hikmetin kendisidir.
İmam-ı Âzam’a tâbi olanlarsa, genel olarak, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve sosyal hayata daha uygun olduğundan, bir grup bir şahıs hükmüne olup, bir tek adam herkes adına konuşur; herkes, kalben onu tasdik edip, kalbini bağlayıp, onun sözü herkesin sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Dolayısıyla bu mezhepte Fâtihâ’nın namazda okunmaması doğru ve hikmetlidir.
Sonuç olarak mezheplerin zaruretten dolayı zuhur ettiği, inananların yararına olduğu, mezhepleri birleştirmenin -fıkhî tabirle telfikinin- mümkün ve doğru olmadığı, zaruret hallerinde farklı mezheplerin bir kısım hükümleri ile amel edilebileceği ifade edilebilir. Ayrıca bir mezhebin görüşünün tamamen doğru diğerisinin yanlış olduğunu söylemek de asla doğru değildir. İmam-ı Şâfii’ye atfedilen bir söz vardır ki katılmamak mümkün değildir: “Benim mezhebimin görüşleri doğrudur, ancak yanlış olma ihtimali de vardır. Diğer mezhebin görüşleri yanlıştır fakat doğru olma ihtimali de vardır.”
Hayatımızın her bir lahzasında doğru yol üzere ve doğrudan yana olmak temennisiyle…
