TÜRK YAZARLARININ ÇIKMAZI

TÜRK YAZARLARININ ÇIKMAZI

Prof.Dr. Durali Yılmaz

Hep düşünmüşümdür;  on dokuzuncu yüzyılda Puşkin ile başlayan Rus edebiyatı, elli yıl içinde Dostoyevski ve Tolstoy gibi romancılar yetiştirerek, dünya edebiyatını etkileyecek bir duruma geldiği halde, sadece Anadolu coğrafyasında bin yıllık geçmişi olan Türk edebiyatının Dostoyevski ve Tolstoy benzeri yazarlar yetiştirememesi nedendir? Bunun çeşitli cevapları ve sebepleri sıralanabilir. Bence bizim en önemli çıkmazımız, birbirimizi yok sayarak,  var olmaya çalışmamızdır. Bu durumda birbirimizi tamamlayarak,  ilerleme yerine, sürekli aynı noktadan başlıyoruz ve yerimizde sayıyoruz. Bunu, birkaç örnekle açayım.

Bir gün Necip Fazıl ile Cağaloğlu’ndan iniyorduk. Bir ara söz açıldı ve ben, dedim ki:” Üstadım, sizin İdeolocya Örgüsü’nde bulunan, Doğunun Batıya bakışı, Batının Doğuya Bakışı gibi bölümler, Ahmet Mithat Efendinin Üss-i İnkılâp adlı kitabında da var.” Necip Fazıl, şöyle bir baktı: “Biz onu sıradan bir halk yazarı bilirdik,” dedi. Anlaşılan o ki, Namık Kemal’i yazan Üstad, Ahmet Mithat ile hiç ilgilenmemişti. Zira o, aslında Namık Kemal’de kendini görmüş, bu eserinde bir bakıma kendini yazmıştır. Aynı şekilde  Prof.Dr.Toktamış Ateş ile de bir konuşmamız olmuştu. İktisatla ilgili bir konu açılmıştı ve ben, Ahmet Mithat’ın Ekonomi Politik adlı eserinden sözetmiştim. Toktamış Ateş, şaşırarak: “Onu da mı yazmış?” dedi. Totamış Hoca ki, babası Ahmet Ateş’in dostu olması nedeniyle Halide Edip aile dostlarıdır.  Toktamış Hoca ,Halide Edib’in “kucağında büyüdüğünü,” söylerdi. Buradan da anlaşılıyor ki, Halide Edip de Ahmet Mithat ile ilgilenmemişti. Burada Ahmet Mithat’ın Namık Kemal ve diğerleriyle yaşadığı sürgün sonrası fikrini değiştirerek, Abdülhamit tarafında yeralması onun görmezden gelinmesine neden olmuş olabilir. Ahmet Mithat, önceliğin halkı eğitmek olduğunu fark etmiş ve yolunu ona göre belirlemiş,  yönetimle kavganın bir sonuç vermeyeceğini anlamıştı. Nitekim okul kitapları Namık Kemal ile dolup taşarken Ahmet Mithat yoktur.

Bir de Dostoyevski’nin sözünü hatırlayalım, diyor ki: “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık.” Gogol, Puşkin’nin önerisiyle Ölü Canlar romanını yazar. Bunu okuyan Puşkin, gözyaşlarını tutamaz. Demem o ki Rus yazarları, kendilerini, birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olarak görürler ve kısa zamanda mükemmele ulaşırlar. Puşkin ile Gogol’ün dünya görüşleri farklıydı ama Rus halkını sevmek ve onun için çalışmak, ortak hedefleriydi. Nitekim Tolstoy ile Dostoyevski’nin de dünya görüşleri çok farklıdır ve yaşam şartları da; biri çok zengin, diğeri yoksul…  Dostoyevski, siz romanı bizden öğrendiniz diyen Batılılara, şöyle cevap verir: “Biz, ona Rus damgasını vurduk, şimdi de siz, bizden öğreneceksiniz.” Bize gelince,modern romanın başlatıcısı sayılan Halit Ziya: “Biz nerede, Balzac, Stendhal gibi üstatlar nerede?..” diyerek, baştan kendini yok sayar. Bu düşüncede olan yazarın, milletine güvenme ve üstün olma gibi bir kaygısı olamaz.

Bu durum eğitim ve öğretim sistemimize de yansımıştır. Filolojilerimizde, Türk dili ve edebiyatı yoktur. Batı üniversiteleri ve Rus üniversitelerinin filolojilerinde,  ilk iki sınıfta yüzde elli, bazılarında daha fazla kendi dil ve edebiyatları okutulur.  Önce kendi edebiyatlarını öğretirler sonra başkalarını. Biz, kendimizi yok sayıyorsak, başkaları bizimle niye ilgilensin?

Mesela Ahmet Mithat’ın Müşahedat romanı, yazarla kahramanların tartıştığı dünya edebiyatında ilk eserdir. Biz, ondan yıllar sonra yazılmış Unomuno’nun Sis romanını ve Pirandello’nun Altı Kişi Yazarını Arıyor piyesini biliyoruz çünkü bunu öğrettiler, kimse bizim yazarımızdan söz etmedi.

Günümüzde ise birbirimizi yok saymamız zirve yapmıştır. Sebebi çok açık; millet sevgisini ve üstün olma inancımızı bir tarafa atıp kendi taraflı ve dar bir dünya görüşümüzde boğulup kalmamızdır. Sonuçta her yazar, kendi kitlesine ters düşmemek için istediğini yazamaz duruma gelmiştir çünkü kendi kitlesinden dışlanma korkusuyla sürekli tedirgindir.  Bu ise daha büyük bir çıkmazdır, yazarlarımız,  kendi düşüncelerini bile söylemekten korkar hale gelmektir. Ödüller de esere göre değil, günümüz ifadesiyle her kitlenin kendi yandaşına verilmektedir.

Edebiyat ve düşünce dünyası böyle olunca politika dünyası da buna benzemiştir. Charles de Gaulle, koyu Katolik olduğu halde onun Kültür Bakanı sosyalist romancı Malraux’dur. Ekonomik kararların bile ona danışılmasını ister: “Kabinemde, halkımı en iyi bilen odur,”der. Sartre,  de Gaulle ve hükümetine acımasızca eleştirmektedir. Kendisine, buna müdahale etmesi söylendiğinde verdiği cevap şudur:” Ben, tarihe Sartre’ı susturmuş biri olarak geçmek istemem; Sartre Fransa’dır, konuşacaktır.” Bir de bizde Osmanlı’nın son döneminden başlayıp günümüze kadar süren yönetimlerin, muhalif yazarlara  yaptıklarına bakalım: Namık Kemal, Ahmet Mithat, Refik Halit, Necip Fazıl, Nazım Hikmet ve daha niceleri… Bu yazarların yaşadıkları ise sürgünler, idamlar, hapisler, yok saymalar… Her iktidar, edebiyat ve düşünce dünyasını kendine göre dizay etmeye çalıştığı sürece bir arpa boyu yol alamayız.

Dostoyevski’nın günlüğüne yazdığı bir cümleyle noktalayalım:” Başka milletlerden üstün olma inancını yitiren millet, millet değildir.” Kendi milletine güvenen, kendini üstün görme inancını da kazanır, insanlığa mesaj verecek seviyeye de çıkar.

 

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir