İKTİSAT EDEN AİLECE GEÇİM SIKINTISI ÇEKMEZ

İKTİSAT EDEN AİLECE GEÇİM SIKINTISI ÇEKMEZ

PROF. DR. SAYIN DALKIRAN

İktisadın ne derece önemli olduğunu daha önceki yazılarımızda belirtmiştik. Evrende var olan herşey iktisat göz önünde bulundurularak yaratılmış ve bu bir kanun haline gelmiştir. En küçük yapı taşı olan atomda, hücrede bu durum cari olduğu gibi büyük galaksilerde de hiçbir şey israf edilmemiştir. Madem her varlık iktisat üzere yaratılmış, israfa gidilmemiş ve bu kanun haline gelmiştir öyle ise yaşayan akıl sahiplerinin de bu hususa uyup; hareketlerinde, yeyip içmelerinde, giyinip kuşanmalarında, barınmak için yaptıkları evlerinde iktisadı gözetmeleri ve israftan kaçınmaları icap eder. Bu istikamette hareket eden fert de, aile de, toplum da, millet de huzur ve mutluluğu yakalar.

İktisada riayet eden aile olarak geçim sıkıntısı çekmez. Tabii ki lüks bir hayat yaşamaz. Zira lüks bir hayat ile iktisada riayet edilen bir hayat bir birinden çok farklıdır. Altı ilimizi etkileyen Kahramanmaraş depremi sonrasında anlatılan hatıralar içerisinde Hataylı bir marketçinin çocukları ile alakalı anlattıkları çok anlamlıdır. Onun anlattığına göre bir kuş sütünün eksik olduğu kahvaltı sofrasına gelen çocukları “yiyecek ne var ki” şeklinde amiyane tabirle burun kıvırırlarken, deprem sonrasında elde avuçta hiçbir şeyleri kalmamış ve yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç olmuşlardır. Önce beğenmedikleri sofra artık belirli bir süre için de olsa hayal olmuştur. Nimeti beğenmemek hem nimeti veren Allah’a hem de o nimetin o sofraya gelinceye kadar emek sarfeden insanların emeklerine bir saygısızlıktır. Bu noktada Hz. Peygamber’in yemekteki israftan sakındırırken, sofrada dökülen ekmek parçalarının toplanarak yenmesini ve bereketin bunlarda olduğunu ifade etmesini hatırlamak gerekir.

Biz başlık olarak hanelerdeki, evlerdeki ve ailedeki iktisadı konu edinmiş olsak da daha önceki yazılarımızda kısmen bahsettiğimiz geniş dairedeki iktisat ve zıddı israfı da unutmamak gerekir. Özellikle çalışanlarının maaşlarını zamanında ödemeyen, alacaklıların paralarını geciktiren bir kısım kamu kurumlarının reklam olarak sürekli eğlence programları düzenleyerek milyonlar, milyarlar ödemeleri ne kadar da yanlıştır. Bir yerde hak edenlerin hak edişlerini ödeme, diğer taraftan israfın en alasını göster ve muslukları sonuna kadar aç. Bu husus millete, dine, insanımıza büyük bir saygısızlıktır. Bu fakir fukara milletin vergisi ile denkleştirilmeye çalışılan hazinenin, devletin parasının onlara hizmet için harcanması yerine çar çur edilmesi kabul edilebilir bir şey değildir.

Biz iktisattan söz ederken, kişinin elinde mevcut bulunan varlığını yerli yerinde kullanması, gereksiz harcamalar yapmamasını kast ediyoruz. Yoksa kişi çalışmasın, elindeki malla yetinsin demek de istemiyoruz. Zira kişinin çalışıp çabalaması, ihtiyaçlarını gidermek için gayret etmesini, başkasına muhtaç olup dilenci durumuna düşmemek için var gücüyle çalışması şarttır. Onun bu çalışması hem dini, hem insani bir görev olup aynı zamanda ibadet hüviyetinde olur. Ancak şu hususu da akıldan çıkarmamak gerekir. Allah ilmi isteyene, zenginliği de istediğine verir. Biz kader-i ilahide ne olduğunu bilmediğimiz için bize düşen sadece çalışmak ve rahmet hazinesinin kapısını fiili ve kavli dua ile çalmaktır.

İnsan meşru dairede çalışarak kazandığı helal malında iktisat ettiği taktirde onun kazancı manen bire on bereketlenir. Bereketlenmek sadece eline fazladan para geçmesi, mal ve mülkünü artırması anlamında değildir. Nice dünya çapında zenginler vardır ki, hayatlarından sürekli şikayet ederlerken, bazı fakirler de vardır ki tevekkül üzere Yaratıcılarına şükrederek mutlu, mesut bir hayat yaşarlar. Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda savurganlık ve israfa neden olacak para çok pahalıdır. Karşılığında zaman zaman haysiyet ve namus rüşvet alınmaktadır. Bazen de karşılığında dini değerler alınır ve sonra da uğursuz bir para verilir. Sonuç olarak az bir para karşılığında kişilerin maneviyatı perişan edilir.

Dünyevi küçük menfaatler karşısında kişinin dinini ve dini değerlerini rüşvet verircesine yok sayması, ebedi bir hayatın mahvına sebep olur. Sonsuz bir hayat karşısında atmış yetmiş yıllık bir hayatın kıymeti mi olur? Tabii ki, âhiret de dünyada kazanılacaktır ve dini mükellefiyetlerin bir kısmını yerine getirmek de kişinin sağlığına ve varlığına bağlıdır. Ancak hırsla sadece dünya hayatına çalışmak ve onda mutluluğun yolunu aramak yanlıştır. Bediüzzamana ait olan şu ikaz çok önemlidir: “Acaba sırf bu dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona harcıyorsun.”

Rızk konusunda endişe eden kimse çalışmanın yanında şu iki âyeti hiç akıldan çıkarmamalıdır: “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (Zâriyat Sûresi, 51:58) ve “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.” (Hûd Sûresi, 11:6). Bu iki âyet bize rızkın Allah’a ait olduğunu bildirmektedir. İnsana düşen rızık için çabalamak, kazandığına razı olmak ve elindekini israfla çar çur edip dağıtmamaktır. Şunu da bilelim ki rızk iki çeşittir:

Birincisi hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile o rızık Allah’ın taahhüdü altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.

İkincisi ise mecazi rızktır. Bu nevi rızk Allah’ın taahhüdü altında değildir. Zira bu rızk zorunlu olmayan ihtiyaçları içinde barındırır. Zira zaruri olmayan bir kısım ihtiyaçlar görenek belasıyla zorunlu hale gelmiştir. Kişi bu görenek belası ile kendisini mecbur bilir ve “onda var, bende yok, benim de ona sahip olmam gerekir” diyerek çalışma ve kazanma noktasında hırslanır. Gerekli kazancı meşru yoldan kazanamayınca da haram olduğunu belki de bile bile bir kısım gayr-i meşru kazanç yollarına başvurur. Böylece yerine göre, izzetini feda edip zilleti kabul eder, bazen de bir kısım alçak insanların ayaklarını öpmek derecesinde manen dilencilik vaziyeti gösterir. Daha da kötüsü ebedi hayatının kurtuluşuna vesile olan dini mukaddesatını feda eder. Bütün bunların karşılığında elde ettiği o parayı alır, ebedi hayatını mahveder ve dünyada da mesut olamaz. Ancak içine düştüğü o sarhoşluk bu durumu tam akletmesine ve hissetmesine mani olur.

Yazımızı kişinin izzetine ve kemaline delalet ettiğine yönelik tarihte yaşanmış bir vakıayı naklederek tamamlayalım:

Bir zaman, dünyaca cömertliği ile tanınan Hâtem-i Tâî, büyük bir ziyafet verir. Ziyafetin yanında, gelen misafirlerine kıymetli hediyeler de takdim eder. Ziyafet devam ederken Hâtem-i Tâî, çölde dolaşmaya çıkar. Çölde görür ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklenmiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona der ki:

“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”

O iktisatlı ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”

Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”

Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.” (Buhârî, Müsâkât 13; İbni Mâce, Zekat 25).

Tarihte öyle kimseler vardır ki, israftan uzak iktisat içinde yaşamışlar ve “zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü tercih ederiz” demişlerdir. Böyleleri insanların kalplerinde yaşamaya devam ederlerken, Karun gibi servete sahip pek çok kişi de unutulmaya mahkum olmuşlardır. Toplumun çekirdeği aileden, en geniş daireye kadar israftan uzak, iktisat içinde mutlu bir hayat dileklerimle…

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir