YALNIZLIK DENİNCE

YALNIZLIK DENİNCE

Prof. Dr. Durali Yılmaz

Bir görüşe göre, yalnızlıktan korkan ve yalnız kalamayan insanlardan oluşan toplumlar, düşünür ve yazar çıkaramazmış. Latin Amerikalı Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez’in Yüz Yıllık Yalnızlık romanı aklıma geldi. Yıllar önce okumuştum bu romanı. Bir aile baz alınarak, bir şehrin yüz yıllık macerası anlatılır. Büyülü gerçekçilik diye tanımlanan bir akımının eseri… Latin Amerikalı diğer bir Nobel ödüllü yazar Miguel Angel Asturias, bu akımın öncüsü sayılabilir. Onun Guatemala Efsaneleri adlı küçük kitabı, bütün romanlarının giriş yazısı gibidir. Bu yazarlar, Latin Amerika efsaneleriyle çağdaş dünyayı harmanlayabildikleri için dikkat çekmişlerdir. Anlattıkları elbette öyle bizim bildiğimiz yalnızlık değildir ama yaşadıkları büyülü dünyadaki yalnızlıklarıdır. İnsanın kendi masalsı dünyasında yaşadığı yalnızlık…

Filozof Epicurus: İnsan yatmadan önce kendisiyle hesaplaşmalıdır, der. İslâm Peygamberinin de benzer bir hadisi vardır: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin…” Bunu en azından her akşam kendimizi hesaba çekmek olarak anlamalıyız. Bence bunu, en iyi şekilde günlük yazarak yapabiliriz; kendini sorguya çeken ve kendisiyle kıyasıya hesaplaşan bir günlük… Bu konuda Cezare Pavesse’nin gönlükleri örnek olabilir. Öyle ki belli bir noktadan sonra onun intihar edebileceğini günlüklerini olurken fark ederiz. Dostoyevski, André Gide gibi yazarların günlükleri de önemlidir. Bizde bu anlamda yazılmış günlük yok gibidir. Bu konuda öncü sayılabilecek Nurullah Ataç’ın Günce’si kendisiyle hesaplaşma değil, bazı konularda yapılan değerlendirmelerdir. Bir bakıma ruznâme geleneğinin devamı gibidir.

Kendine güveni olmayan insanlar, yalnız kalmaktan korkarlar. Bu tipler, suçu sürekli başkalarına yükleyerek, kendilerini kurtarmaya çalışırlar.  Bir de Franz Kafka’nın sevgilisi Milana’ya mektuplarındaki bir cümleyi hatırladım: “Kendi yalnızlığıma bir başkasını ortak etmek istemem…” Kafka’nın eserlerini okuyanlar, insanoğlunun dünyada yapayalnız olduğunu ve bir çıkış yolu aradığını fark ederler.

Aslında büyük yalnızlığın en önemli eseri ve dünyanın ilk romanı Hay Bin Yekzan’dır. 13. Yüzyıl İslâm filozofu İbn Tufeyl, bu eserinde, insanın hiçbir insan tanımadan ve hiçbir bilgisi olmadan doğayı okuyarak, gerçeği nasıl bulduğunu ve kendini nasıl inşa ettiğini anlatır. Ne var ki bu roman tek kalmış, devamını Batılı yazarlar getirmiş ve Batıda bir ada edebiyatı doğmuştur ama onların anlatımı, insanlar arasında uzun süre yaşadıktan sonra çok şey bilerek, bir insanın ıssız adaya düşmesidir. Bunlarda insanın kendini inşa etmesi söz konusu değildir. Bence Hay Bin Yekzan’ın devamının gelmemesi tasavvufi eserlerin devreye girmesindendir. Bilindiği gibi tasavvufi eserler, özellikle menâkıbnâmeler, tıpkı Latin Amerikalıların büyülü gerçekçiliğine benzer ama bunlar gerçekle ve çağdaş dünyayla tasavvufî dünyayı harmanlamazlar; o büyülü dünyada kalırlar. İşte işin sırrı buradadır ve İslâm dünyasıyla Hıristiyan dünyasının farkı ve ayrışması da bu noktadadır.

Tarikatlarda, kişiyi olgunlaştırıp müritliğe hazırlamak için kırk günlük bir halvet vardır. Bu da sözünü ettiğimiz yalnızlıktan çok farklıdır. Burada maksat, ruhî bir temizlik ve nefis terbiyesi için dünyayla ilişkiyi kesmektir.

Sonuç olarak, yalnızlıktan korkmayan ve kendisiyle hesaplaşabilen günlükler yazabilenlerin bulunduğu toplumlar, her devirde varolabilir, insanlığa ışık tutabilir. Okullarımıza günlük okuma ve yazma dersleri konursa yerinde olur. Bu derslerde Doğu ve Batı yazarlarının günlükleri karşılaştırmalı okunabilir. Bu, insanımızın kendisini ve dünyayı sorgulamasının önünü açacaktır ve kendine güvenen bireylerin yetişmesi sağlayacaktır. Bunun getireceği faydalar saymakla bitmez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir