KÖY ODASI
Köy odası, Anadolu köylerinin irfan mekânıdır. Köyün uygun yerine, taş ya da kerpiçten, tek katlı yapılır. Odanın penceresi küçük, yüksekliği neredeyse iki adam boyu kadardır. Duvarlar, taban, dambaşı… hepsi topraktandır. Köylüler buraları el birliği ile inşa ederler. Zanaatkârlar, ustalar emeklerini esirgemezler. Köy odası yapılırken odanın çatısına, sıvasına, badanasına kadar tüm köylünün alın teri siner. Bir helik dahi konulsa değerli sayılır.
Köy odasının ortasına büyükçe bir soba kurulur. Yere el dokuması halılar serilir. Boş kalan yerler kilimle kaplanır. Bir duvara Kâbe resmi asılır; diğer duvara atlı, geyikli, manzaralı halılar ile namlusu yukarı gelecek şekilde köy mavzeri asılır. Mavzerin mermileri sayılarak azalardan birine zimmetlenir. İşlemeli etamin kılıfın içine konulan “Kur’an-ı Kerim” kıble yönüne bakan duvardaki çiviye takılır. Kapı girişine gaz lambası konur. Duvara ahşap askılık çakılır. Örtü geçirilen askılığın üst kısmına uzunlamasına raf yapılır. Rafa kuru süs kabağı, sümbül otları, gerdan çiçeği, papatya demetleri dizilir. Hacdan getirilen ipekli, parlak seccadeler üst üste rafın kenarına konur. Seccadelerin yanında gül suyu eksik olmaz.
Duvarların etrafına dipten dibe tahta sedir çatılır. Sedirlerin üzerine yün minderler konur, boylu boyunca yastıklar dizilir. İçinde hasırla karışık buğday sapı olan yastıkların üstü kanaviçelerle süslenir.
Köşelere kırlent konur. Duvarın içi oyularak tahta dolap yerleştirilir. Dolabın içinde cezve, kahve fincanı, dibek, çay, şeker, gaz ocağı bulunur. Dolap iki ahşap kapakla gizlenerek kapatılır. Misafirin yıkanması için cağlık yapılır.
Uzak diyarlardan gelen garipler köy odasında buluşur. Dağları aşıp düzde yorulan yolcular, celepler, deveciler köy odasında ağırlanır; çerçiler, nalbantlar, kalaycılar köy odasında yatıp kalkarlar. Tahsildar, jandarma, devlet görevlileri köy odasını kendi evleri gibi görürler. Köyün muallimi ev tutuncaya kadar köy odasında misafir edilir. Misafirlerin yeme içmeleri kadınların sinilerle getirdiği herfeneden karşılanır. “Misafire iyi bak!” öğüdü, babadan oğula kalan en büyük mirastır. Gelenlerin atı, eşeği köydeki ahırlardan birine çekilir. Ev sahibi; hayvanın suyunu, otunu, arpasını kendisi vermez; bu işi nezaketen mal sahibine bırakır.
Uzun kış gecelerinde köy odası lafın mihrakıdır. Köy odası herkese açıktır. Odanın her yaştan müdavimi olur. Köyün erkekleri çene çalmak için ilk akşamdan köy odasına koşar. Odaya gitmek bir şereftir. Ana babalar evlatlarına “Oğlum, köy odasına git. Büyüklerle otur kalk. Büyüklerin sohbetine ortak ol. Demirci dükkânına giren, demirciliği öğrenmese de üstüne demir tozu siner.” der. Odaya gelmeyenler ayıplanır.
Odanın bakımı, temizliği, odada yeme içme işleri nöbetleşe yapılır. Gençler köy odasında verilen her yumuşu seve seve yaparlar. Odanın süprüntüsünü tenekeyle küllüğe götürür, dambaşının karını kürürler. Gazı biten lambanın gazını doldururlar, lambanın fitili kısalmışsa değiştirirler, kibrit çöpleri nemlenmişse onları kuruturlar. Su içmek isteyenlere testiden sırayla su verirler. Misafir abdest almak istediğinde leğeni hazırlayıp ibrik ile misafirin eline su döker, peşkir tutarlar.
Odada muaşeret kurallarına noksansız uyulur. Yaşlılar başköşeye oturur. Odaya giren selam verir, selam ile karşılanır. Gelenlere “Merhaba!” denir. Gelen kişi de “Cemaate rahmet…” der. Herkes birbirine hâl hatır sorar.
Köyün işleri en samimi hâliyle köy odasında konuşulur. Tarla takım işleri; hayvanların yemi, samanı; günlük hadiselerin her biri bir kaideyle köy odasında dile getirilir. Birisi, kuyudan teneke ile su çekerken ipi kırılıp kuyuya düşen tenekeyi çengelle nasıl çıkardığını anlatır; diğeri, ahırdan inek çalarken insan zannetsinler diye hayvanın ayağına çizme giydiren hırsızı nasıl yakaladığını anlatır. Herkes sustuğunda büyükler odadakilere nasihat eder.
Erkekler köy odasına gittiklerinde hanımlar da kendi aralarında rahatça oturup şor ederler. Odaya gitmeyip hanımların arasında kalan erkeklere demedik laf bırakılmaz.
Devletin köye dair duyurusu köy odasında yapılır. Köye sığır çobanı tutulacaksa köy odasında tutulur; yayla bekçisi, kır bekçisi seçilecekse köy odasında seçilir. Vaktinin çoğunu köy odasında geçiren bekçinin forsu büyüktür. Bekçi, elinde meşe ağacından yapılmış ucu delikli süslü ipe bağlı değnekle gezer; komşuların bağına, bahçesine, ekinine, hayvanına zarar verilmişse zararın hesabını keser; kızı kaçan, koyunu çalınan, kavga eden kim varsa onları muhtara bildirir. Muhtar, köyün ileri gelenlerini köy odasında toplar. Şikâyet eden de şikâyet edilen de odaya çağrılır. Taraflar dinlenir, şikâyet konusu karara bağlanır. Kusurlu olana zarar ziyan bedeli ödetilir. Kabahatli bulunan kişi odadan çıkarken “Allah’a şükret ki seni karakola göndermedik yoksa sana semeriynen seksene mal olurdu!” denir.
Köy odası mektupların da sahibine verilmek üzere getirildiği yerdir. Postadan gelen mektupları muhtar, bekçiye verir. Bekçi mektupları köy odasına götürür. Duyanlar köy odasına gelir, mektubunu alır; duymayanların mektubunu sahiplerine bekçi götürür. Bekçi, müjdeli mektuplardan bahşiş alır.
Köye kaya tuzu, gaz, kil, çakmak taşı, ispirto satmak için çerçi gelir. Çerçi, yükünü köy odasının önüne indirir; yüksekçe bir yere çıkıp köylüye “Ahali, millet!.. Köye tuz geldi, gaz geldi, kil geldi! Haberiniz ola!..” diye seslenir. Çerçi, kesekli killeri kırarak müşterilerine satar. Eve götürülen kil dövülüp ezilerek, çimmede, çamaşır yıkamada kullanılır. Kil, küle katılarak bulaşık yıkamada da kullanılır. Kaya tuzu, bulgur çeker gibi el değirmeninde çekilip ince tuz hâline getirilir. Gaz, tuz alanlar köy odasının sehmine düşeni ihmal etmezler. O gece köy odasında gaz lambası sabaha kadar yanar.
Kız evinde yazılan çeyiz senedi köy odasına götürülür. Senedin altına “İşbu çeyiz senedinin doğruluğu tasdik olunur.” ibaresi eklenir. Muhtar senedi imzalar. Odada bulunan aklı yetik kişilere de imza attırır. Senet, işlemeli mendilin arasına ya da çorabın içine konup saklanır.
Köy odasında büyüklerin yanında oturulurken ayak ayak üstüne atılmaz. Yaş sırasına göre dizilip tek diz üzerine oturulur. Odadakilerden biri yeni örülen kazağını göstermek için kazağının kolunu sündürür bırakır, diğeri üç mil ile örülen boynundaki atkısını sağa sola atar, bir diğeri de yeni örülen çorabını göstermek için ayağını ileriye doğru uzatarak sallar durur. Ayağını dizinin altına saklayan kişinin çorabının eski olduğunu fark eden şakacılar “Öteki ayağındaki çorabı da göster!” diye sıkıştırırlar. O da etrafındakilere “Ebem onu da öbür ay örecek inşallah.” diye utanarak cevap verir.
Haber saati gelince büyüklerden birisi “Cemaat, ajansı dinleyelim; susun hele!” diye uyarır. Herkes susar. Yurttan havadisler dinlenir. Ajans bitince pili bitmesin diye kapatılan radyo takaya konur. Oya işlemeli örtü ile radyonun üzeri örtülür. Biraz bekledikten sonra başta oturanlardan birisi “Emmiler, burası köy odası. Biriniz çığırın da kasvetimiz dağılsın.” der. Arkada oturanlardan birisi elini kulağına atarak yanık sesiyle bir türkü havalandırır: “…Yaylaya çıkmış da çadırı yeşil / Ufacık güllerden bir deste devşir / Nazik ellerinle bir kahve pişir / Doldur fincanları ver yavaş yavaş…”
Cezvenin kaynayıp taştığı teneke soba, köy odasında herkesi başına toplar. Meşe odunu yandıkça sobanın yüzü allanır. Soba kızardıkça etrafındakilerin yanakları da nar gibi kızarır. Sobanın üstündeki güğümden taşan suyun sesi sohbete eşlik eder. Tavana yansıyan zikzaklı ışık odaya renk katar. Demlikten gelen dağ çayının kokusu odun çıtırtılarıyla birlikte dışarıdan gelen tipi sesine kafa tutar.
Çocuklar odanın eşiğinde bekler. Çocukların ayazdan çatlayan elleri sobanın ısısıyla bir kanar, bir kurur. Yer yer kabuk tutar. Kimi yara yerleri yeniden açılır, sızlamaya başlar. Yaranın arasına saman çöpü bile girer. Çocukların kör makasla kesilen saçları alabuladır. Yüzlerindeki yarı şirin, yarı masum ifadeyle yapılan sohbetlere ağızları açık dikkat kesilirler. Uykunun tehdit ettiği saatlerde gaflete direnmenin zorluğunu yaşarlar.
Köy odasına insan hazinesinden nice cevherler düşer. Civar köylerden kulağa çalan havadisleri bu cevherler teker teker odadakilere nakleder. İhtiyarlar gençlik zamanlarından kalma yiğitlik hikâyelerini anlatırlar. Bazıları da “Bıldırki şen gönlümde bu yıl baykuş oturur.” diyerek geçip giden ömürlerine derinden bir ah çekerler. Öfkesi kında olanlar; dağda karşılaştığı ayıya doğrulttuğu tüfeğini, harman yerindeki güreşte hasmını nasıl yendiğini, bitmeyen askerlik hatıralarını odada kana cana büründürerek anlatırlar.
Bunlardan birisi de Hasan’ın askerlik hikâyesidir. Hasan askerliğini er olarak yapar. Odadaki muziplerden biri Hasan’a “Tabur kumandanı senin alnından nasıl öptü, bir anlat hele!” der. Defalarca anlatmasına rağmen Hasan’ın askerlik anılarını herkes yeni duyuyormuş gibi dinler. Anlatılan o ki tabur, tatbikata giderken yorgun düşer; yürüyemez hâle gelir; perişan olur. Çaresizlik içerisindeki tabur kumandanının aklına Hasan gelir. “Şu Hasan’ı bana çağırın!” der. Kumandanın postası Hasan’ı zor da olsa bulur. “Hasan, seni tabur kumandanı çağırıyor; neredesin sen?” der. Hasan istifini bozmadan kumandanın huzuruna çıkar. İsim künye yapar. Kumandan: “Oğlum Hasan, tabur yoruldu; yürüyemiyor, hıntıbığı kesildi, ne yapalım?” diye sorar. Hasan: “Ondan kolay ne var kumandanım? Askeri vur yörebe. Asker yatsın, dinlensin!” der. Kumandan, etrafındakilere “Bakın, analar ne evlat doğuruyor!” diyerek Hasan’ın alnından öper.
Köy odasında; halk kahramanlarının hikâyeleri, eşkıya hikâyeleri, göç hikâyeleri anlatmayla bitmez. Kabirlerinde her mevsim birer gül biten Ferhat ile Şirin’in hikâyesini, aşkın binbir cefasıyla Leyla için çölde yoğrulan Mecnun’un hikâyesini, diyar diyar dolaşıp Aslı’yı bularak muradına eren Kerem’in hikâyesini dinleyenler kendinden geçer.
Pehlivan güreşleri köy odasında bire bin katılarak nakledilir. Mikdât ile Miyase’nin güreşi dinleyenleri coşturur. Kimi gece Zaloğlu Rüstem’in yiğitliği, kimi gece Battal Gazi’nin destanı, kimi gece de Hazreti Ali Efendimiz ’in cenkleri anlatılır. Anlatılanlardan o kadar çok etkilenilir ki o sene doğan bebeklere Miyase, Ali, Battal, Rüstem isimleri verilir.
Dilden dile aktarılan tarihî destanların yanında günlük hayata dair olayları içeren destanlar da sıcağı sıcağına köy odasına getirilir. Destancılar omuzlarından aşağıya çapraz çanta bağlarlar. Heybe, torba karışımı çantalarına doldurdukları tek sayfalık saman kâğıda basılmış destanları yukarı kaldırarak “Destan geldi!..” diye bağırırlar. Yitip giden hayatlar, kazada diri diri yananlar, dermansız hastalar, gidip dönmeyenler, sevdiğine kavuşamadan genç yaşta ölenler… hepsi destanda yer alır. Yazılan destan ne kadar acıklıysa o kadar çok satılır. Kara haberle başlayan destanı dinleyenlerin yüreği buz keser. Yüzlere hüzün çöker. Köy odasında destanı dinleyenler bir iki dörtlük de kendileri katar destana.
Köy odasına sazları omuzlarında âşıklar gelir. Âşıkların köy odasına geldiğini duyan avrat, uşak işi gücü bırakıp köy odasına koşar. Köy odası seyirciyle dolar taşar. Örtmede bile yer bulunmaz.
Âşıklar; huzur bekleyenlerin, rızık bekleyenlerin, yârini bekleyenlerin derdini dile getirir. Tel sızladıkça dertler kanar. Mazlumun çilesi, zalimin zulmü âşığın dilinde bir başka hâl alır. Âşıklar serden geçer, zora düşmeyi göze alırlar. Hünerlerini sergilerken alkışın sesi âşığın sesine güç katar. Âşıkların söyledikleri ağıtlar; anlattıkları evliya menkıbeleri, kıssalar çok kıymet görür. Bazen de izleyenleri güldürmek için komik fıkralar anlatırlar. Bunlardan biri de Gürbüz’ün hikâyesidir: “Eskiden kızlar on dördüne gelince evlendirilirlermiş. Bir hanım kızın yüz elli gram ağırlığında çocuğu olmuş. Adını Gürbüz koymuşlar…” Arka arkaya gelen mizahı dinleyenler, gülmekten yere yatarlar.
Âşıklar zaman ilerledikçe birbirleriyle atışmaya başlar. Muamelata, gidişata, aya, güne dikkat çekerler. Gece yarılarına kadar çalıp söylerler. Köy odasından ayrılma vakti geldiğinde sazın sesi de değişir, sözün özü de. “…Yaradan’a iman ettik / Özü size kurban ettik / Ozanlarla meydan ettik / Bize müsaade, müsaade…”
Türkülerin, atışmaların yanında köy odasında şiire de hürmet edilir. Bazı şairlerin şiir merdiveniyle hikmetin zirvesine çıkılır. Az sözle çok şey söyleyen dizelerin neye karşılık geldiğini herkes bilir. “…Düşündü kış yakın, evde odun yok / Tenekede yağ yok, çuvalda un yok / Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok / Avrat “Bayram…” dedi, eğdi başını / Adam “Evet…” dedi, sıktı dişini” Söylenenlerin ardından memleketin kıtlık yıllarında yoklukla geçen kış mevsiminin zorluğu dile getirilir. Eskilerden birinin “Bugünümüze çok şükür, siz ne gördünüz ki? Şimdi sizin her gününüz bayram.” sözü köy odasında hayat dersine dönüşür.
Bayramların lezzeti köy odasında bambaşkadır. Bayram namazı kılınıp mezarlık ziyareti yapıldıktan sonra aile büyükleri köy odasında toplanır. Odaya gidenlerin her birinin evinden odaya yemek gelir. Yenilir, içilir, muhabbet edilir. Herkes birbirinin gözüne bakarak konuşur. Köy odasında üzüntüler gülünerek çürütülür. Kimse gürültüye konuşmaz. Odadakiler sözün çoğunu sessizliğe söylerler. Odadaki büyüklerden kırk elli yıllık neşeli, kızgın, zarif, karamsar bayram hatıraları dinlenir. Köy odasında sözler nihayetlenip bayramlaşma bittikten sonra konu komşuyla bayramlaşmak için odadakiler köye dağılırlar.
Akşamları köy odası herkesin yeniden toplandığı yerdir. Köyün Arapça bilen yaşlıları köy odasında, “Mızraklı İlmihâl” kitabından vecizler okur. Peygamber kıssaları çocukların zihnine mıh gibi çakılır. Çocuklara din, devlet işlerinden sualler sorulur. Cevabı bir çırpıda verenler alkışlanır. Şehre mevsimlik çalışmaya gidip köye dönen gençlerin köy odasında anlattıkları hikâyeler herkesin ilgisini çeker. Yeni yetişip gelen gençler, şehir görmüş gençleri dinlerken hevesleri kabarır.
Köy odasına gelenlerin en büyük heveslerinden birisi de oyunlardır. Odada kabak, tura, el kızartmaca oyunu oynanır. Yüzük saklanır. Yemesine, içmesine bahis tutulur. Kaybedenlerin yüzü asılır. Oyuna katılanlar sonunda tokalaşıp kucaklaşarak “Dağda oğlak doğar, ovada otu biter.” hesabı, nasibine düşenden hissesini alır. Bastık, helva, pekmez, kömbe yenir; şerbet içilir. Yenilip içilenlerin hepsi de köydeki bağın, bahçenin mahsulüdür.
Kış yerini bahara bırakırken bağ bahçe de yeşermeye başlar. Kar suları dereyi taşırır. Toprak ana uykudan uyanır. Gayri köy odasından tarlaya tapana, çayıra çimene çıkma vakti gelmiştir. Odada söylenen türküler bahar hasreti ihtiva eder: “…Yamaçta yeşil bağlar / Derede sular çağlar / Sümbül kokulu dağlar / Sizi göresim geldi…”
Hasret kalınan köy odaları; sıcak çayların içildiği, acı kahvelerin paylaşıldığı, hatırın, hürmetin sayıldığı yerlerdi. İkram sahibi kimseler, mektep vazifesi de gören köy odalarını bir süre daha ayakta tutmak için gayret gösterseler de odaların kapanmasını önleyemediler. Sonradan yapılan demirli beton köy odaları eski köy odalarının yerini tutmadı.
Ferfenenin, hasbihâlin, oyunların oynandığı köy odalarının yerini zamanla televizyonlar aldı. Çıncalık ağı, hayatın her alanında olduğu gibi köy odalarını da istila etti. Evim diye sahip çıkılan köy odalarının anahtarı zamanın seline kapılıp gitti. Betonarme köy odaları ancak bir cenaze olduğunda kapısı açılan yerler hâline geldi. Geride köy odası için söylenen özlem dolu dizeler kaldı: “…Yıkıldı duvarlar, virane oldu / Kurudu gülleri, ayrıklar doldu / Örf, âdet, gelenek ne hâle geldi / Çok özledim seni, duy köy odası…”
İhsan YALÇINKAYA Eğitimci / Yazar