Kemalettin ÇALIK
Sessizliğin Estetiği Üzerine Bir Deneme: Konuşmayanların Haykırışı
1.
Günümüz dünyası, hızın, gürültünün, sürekli akan görüntülerin ve hiç durmadan konuşan kalabalıkların arasında, aslında en çok da sessizliğe, durmaya, susmaya ve susarak söylemeye açlık çeken bir dünya haline gelirken, insanlar, hiç durmadan konuşarak, hiç susmadan yazarak, hiç ara vermeden birbirlerine görünerek, içlerindeki o derin boşluğu, sanki kelimelerle doldurabileceklerini sanıyorlar, fakat unuttukları, belki de bilmedikleri, belki de bilip görmezden geldikleri bir hakikat var ki, o da sessizliğin, suskunluğun, hatta kimi zaman yalnızca bakışların, en güçlü, en devrimci, en haykıran dil olduğudur.
Çünkü sessizlik, hiçbir zaman boşluk değildir; tam aksine, sessizlik, kelimelerin bittiği, anlamların çözüldüğü, cümlelerin tükenip insanın kendi içine döndüğü yerde başlar. Orada, içten içe büyüyen bir çığlık gibi, görünmeyenin, söylenmeyenin, anlatılamayanın, saklananın sesi olur; tıpkı bir çocuğun karanlık bir odada annesinin nefesini duyarak huzura kavuşması gibi, tıpkı bir şairin, kalabalıkların ortasında bir an durup gözlerini kapatarak kendi içindeki ıssız vadiyi dinlemesi gibi.
Aslında, tarihin en büyük dönüşümleri, en büyük başkaldırıları, en sarsıcı manifestoları, çoğu zaman bir suskunluktan, bir bakıştan, bir dokunuşsuz temasın içinden filizlenmiş, kelimelerin değil, sessizliğin omuzlarında yükselmiştir. Çünkü söz, ne kadar süslenirse süslensin, suskun bir yüz ifadesinin, suskun bir veda anının, suskun bir annenin, suskun bir çocuğun haykırışını asla taşıyamaz; çünkü kelimeler kifayetsizdir bazen ve insan, kelimelerin ötesine, sessizliğin koynuna sığınmadan, kendini de, başkasını da tam manasıyla anlayamaz.
Modern insan, bu yüzden belki de en çok sessizliği kaybetmiştir; sabahları kuş seslerine değil, telefon bildirimlerine, geceleri yıldızların sessizliğine değil, yapay ışıkların gürültüsüne uyanır olmuş, sokaklar artık yürüyüşün değil, hızın, bakışlar tanışmanın değil, kaçışın dili olmuş, şehirler sessizliği değil, hiç susmayan bir hengâmeyi barındıran devasa organizmalara dönüşmüş; halbuki, bir zamanlar şehirler bile susmayı, dinlemeyi, beklemeyi bilen mekânlardı, çünkü insan, ancak susarak görür, susarak düşünür, susarak duyar.
Belki bu yüzden, modern çağın insanı en çok da kendine susmayı unuttuğu için yorgun, kırık ve kendinden uzak; çünkü insan, kendine bile susamayınca, kalabalıkların içinde daha çok konuşmaya, daha çok bağırmaya, daha çok göstererek yaşamaya muhtaç hissediyor, ama ne ironiktir. Ki konuştukça daha çok susuzluk çekiyor, bağırdıkça sesi daha çok kısılıyor, gösterdikçe daha da görünmez oluyor bir yerde.
Belki de bu yüzden, sanatın, edebiyatın, şiirin, sinemanın, müziğin en dokunaklı anları, en sarsıcı sahneleri, en derin mısraları, en hüzünlü ezgileri, daima sessizliğin omuzlarında yükselmiştir. Çünkü sanat, en çok da suskun olanın, görünmeyenin, duyulmayanın peşindedir; suskun bir yüz, sessiz bir mekân, yalnız bir sandalye, terk edilmiş bir masa, kırık bir cam, unutulmuş bir pencere…
Bütün bunlar bize, dünyadaki bütün kelimelerden daha çok şey söyler, çünkü biz suskunlukta kaybettiklerimizi buluruz, sessizlikte hatırladıklarımızı, suskunlukta görmediklerimizi görürüz.
İşte bu yüzden, belki de modern insanın en büyük devrimi, bir gün tüm cihazlarını kapatıp, bütün sosyal medya hesaplarını terk edip, aynaya bakıp susmak olacaktır; çünkü o zaman, asıl yüzüyle karşılaşacak, o zaman asıl yalnızlığına dokunacak, o zaman asıl çığlığını duyacak, o zaman kendi sessizliğinin dilini çözecektir.
Ve belki de en çok, sessizlikteki o sarsıcı estetiği, o derinliği, o gözyaşı kadar temiz sadeliği hatırlayarak, yeniden insan, kendine dönecek, yeniden hayatın hızla akan nehirlerinden çıkıp, bir taşın üstünde oturmayı, bir rüzgârın sesini dinlemeyi, bir ağacın gölgesinde susarak yaşlanmayı sevecektir.
Çünkü unutulmamalıdır ki, suskun olan, kaybolmaz; sessiz olan, unutulmaz; sessizlik, her daim hafızanın en derin defterlerinde en kalın harflerle yazılıdır.
Çünkü Anadolu, binlerce yıldır sessizliği bilen, sessizliği işiten, sessizliği bir dil gibi kuşanan bir coğrafyadır; bu toprakların köyleri, taşları, dereleri, ovaları, dağları, her daim konuşmaktan çok susmayı bilen, anlatmaktan çok gözleriyle gösteren, haykırmaktan çok bakışıyla yürekleri sarsan bir irfanın mekânı olmuştur.
Köy odalarında oturan yaşlılar, suskunluklarıyla dillerinden dökülen kelimelerden daha çok hikâye anlatmış, bacası tütmeyen evlerin önünden geçerken bir köylü, başını eğerek geçmeyi bir edep, bir hal bilmiştir. Yolda rastladığı bir yabancıya laf salatası yapmadan, yalnızca bir “hoş geldin”le, bir göz süzüşüyle, bir sessizlikle, kendi toprağının vakarını, kendi medeniyetinin asaletiyle göstermiştir.
Tabi o eski tekkelerde, dergâhlarda, dervişlerin, müritlerin, pirlerin, meczup dillerle konuşanların, mürşitlerin dilinde sessizlik, bir teslimiyet değil, bir direnişin, bir iç dönüşümün, bir tefekkürün, bir çilenin anahtarı olmuştur; çünkü onlar bilirdi ki, kelam, ancak suskunluğun bağrından doğduğunda hikmetli olur, söz, ancak sessizliğin topraklarında kök saldığında gerçeği söyler.
Bütün o nefesler, bütün o ilahiler, bütün o nasihatler, önce sessizliğin derin kuyusunda yoğrulur, sonra söze, şiire, musikiye dönüşürdü.
Anadolu irfanı, o yüzden bağırmaz, çağırmaz, şatafatlı sloganlar atmaz; o, sessiz bir kayanın üstünde yıllarca oturan bir dervişin, sabah namazını kılan bir ninenin, harman yerinde susarak buğdayın kokusunu içine çeken bir çiftçinin, sofrada ekmeği bölüşürken fazla konuşmayan bir köylü çocuğunun, mezarlıkta dua ederken sesi titreyen bir dedenin irfanıdır.
Belki de bu yüzden, modern insan, Anadolu’ya her döndüğünde, köylerin o suskun ama sarsıcı bakışlarıyla karşılaşır; o köylerin taş duvarları, o camilerin sessiz kubbeleri, o derelerin sesine karışan rüzgârlar, ona kelimelerle anlatılamayacak bir şeyi anlatır:
Yavaşla, dinle, sus…
Çünkü hayat, sen konuşurken değil, sustuğunda sana kendini gösterir.
Buna göre asıl Anadolu hikâyeleri, anlatılanlar değil, anlatılmayanlardır; köy çeşmelerinde, eski köy kahvelerinde, mezarlık kenarlarında, dut ağaçlarının altında anlatılmadan bırakılan, yalnızca göz göze gelerek devredilen o sessiz hikâyeler, bu toprakların asıl hafızası, asıl romanı, asıl destanıdır.
Bugün, şehirlere sığmayan, dijital ekranlarda kendini kaybeden, kendi gürültüsünde boğulan insanlık için, Anadolu’nun bu sessiz mirası, belki de yeniden bir kurtuluş yolu, bir nefes, bir hatırlayış olacaktır; çünkü modern çağın gürültüsü, insanı yalnızca hızlandırır, ama Anadolu’nun sessizliği, insanı kendi içine, kendi köklerine, kendi Rabbine döndürür.
Bir gün, belki de Anadolu’nun suskun bir köyünün ıssız bir mezarlığında, bir çocuk, dedesinin eski mezar taşını okurken, orada yazılı olmayanları da okumayı, orada duyulmayanları da duymayı öğrenecek ve anlayacak ki, bu topraklarda esas olan, konuşanlar değil, suskunlar; gösterilenler değil, saklı olanlardır.
Çünkü Anadolu, en çok da suskun olanların toprağıdır; o toprağın dili suskunluktur, çığlığı sessizliktir ve irfanı da budur.