İDEOLOJİ, SANAT, DİN
Paris’te genç iken koyu Baudelaire perest idim
Balkon’la, Yolculuk’la Güzellik’le mest idim.
Sinmişti şi’ri ruhuma ulvi keder gibi;
….
Lakin o bahçelerde geçen devreden beri
Kalbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri.
Yahya Kemal Beyatlı
Yahya Kemal, Paris’ten yurdu döndüğünde, bunalımlar içinde ve umutsuzca kıvranan bir milletle karşılaşır. Her ne kadar Baudelaire şiirinin çiçekleri kalbinde solmasa da, milli duyguları öne çıkar, kendini tarihin muhteşem rüyasına atar ve burada bir teselli arar. Mehmet Akif’in ifadesiyle “Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda,” diye feryat etmek yerine tarihi rüyaya sığınır. Ne var ki Baudelaire’in şiirlerinin etkisinden bir türlü kurtulamaz. Kalbi, sürekli bu şiiri terennüm eder.
Necip Fazıl, her karşılaşmamızda: “Yazamadığım birçok şiir, piyes, hikâye kaldı; iyi mi ettim, kötü mü?” derdi. Babıali kitabında da anlatır: Bir Adam Yaratmak piyesini izleyen Fransa konsolosu, omzuna dokunur ve der ki: “Necip Bey burası sizin yeriniz değil, siz Paris’te olmalısınız…” Bu tarihten sonra Kaldırımlar, Örümcek Ağı gibi şiirlerin şairi; Sakarya Türküsü, Destan ve benzeri şiirler yazmaya yönelir. Bendedir adını taşıyan ve yine Babıali’de anlattığına göre, Ahmet Haşim’in hayran kaldığı şiirindeki “Yollar ki sonsuza çıkar bendedir” ifadesini “Allah’a çıkar” şeklinde değiştirir. Artık, ideolojik duygular öne çıkmış, insani duygular geriye çekilmiştir. Sanki Fransa konsolosunun kehaneti gerçekleşir. Yakın dostu Fikret Adil, ona, “sâbık şair” sıfatını yakıştırır. Her okuyanın yüreğini ısıtan şiirlerin yerini, bir kesimin sloganı haline gelen şiirler alır. Necip Fazıl’ın vefatı üzerine yazdığım yazıda bunu belirtmiş ve onu çölde bir çığlık olarak nitelemiştim.
Hal böyle olmasaydı, öyle inanıyorum ki, Necip Fazıl, bir Baudelaire, bir Shakespeare gibi, bütün insanlığın dili olabilirdi. Fransa konsolosu bunu ifade etmek istemişti. Aslında kendisi de bunun farkında olmalı ki, bu olayı Babıali’de anlatma gereği duymuştur. Necip Fazıl’ın da Yahya Kemal gibi Paris havasını teneffüs ettiğini biliyoruz.
Bilindiği gibi Necip Fazıl ve Nazım Hikmet, Yahya Kemal’in öğrencileridir. Necip Fazıl için söylediklerimi, Nazım Hikmet için de söyleyebilirim. Şu farkla ki Nazım Hikmet, Paris havasını değil, Moskova havasını teneffüs etmiştir. Baudelaire şiirini değil de Mayakovski şiirini okumuştur. Bahri Hazer şiiri, bunun en iyi örneğidir. Onun da ilk şiirlerinden sonra zaman içinde Kerem Gibi, Güneşi İçenlerin Türküsü gibi belli bir ideolojiye yaslanan şiirler yazdığını görüyoruz.
Bizim gibi toplumlarda yazarlar ve sanatçılar, insanı öncelemek yerine ideolojilerin sesi oluyorlar ve kendilerine özgü bir dünya görüşü oluşturamıyorlar. Bu da bütün insanlığa seslenebilmenin önüne set çekebiliyor; belli ideolojilerin sesi olarak kalıyorlar. Okurlar da buna göre kümeleniyor; birbirini dışlayan gruplar oluşuyor. Yahya Kemal, fırtına geçtikten sonra tarih rüyasının yanı sıra Baudelaire esintisini tekrar şiirine taşır. Bunun içindir ki Yahya Kemal, bütün toplum tarafından benimsenirken, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet böyle olmamış, belli bir kesime hitap eder duruma düşmüşlerdir. Bunun da sonuçları ortadadır.
Sonuç olarak, insan ile insanının, doğa ile insanın, hayat ile insanın ilişkilerini ve bunlardan doğan duyguları öne çıkaran eserler, bütün insanlığın sesi olabilen kalıcı eserlerdir. Bu ilişkileri öne alan ve insanın varlık sebebini, insana anlatan dinler de bu tür toplumlarda ideolojiye dönüşebilir. İdeolojilerin nereye evrileceği bilinmez; aynı dinin mensupları, birbirlerine amansız düşman olabilirler. Bir yaşam biçimi olmaktan çıkıp ideolojiye dönüşen dinler, hayatı düzenlemekten çıkıp birer slogana haline gelebilir.