TENKİTTE ÖLÇÜ

TENKİTTE ÖLÇÜ

Prof. Dr. Sayın DALKIRAN

Her bir insanın yaratılışı gereği hatalı ve kusurlu yönleri bulunabilir. Zira insan melek değildir ki, kendisinden herhangi bir hata, kusur ve günah sadır olmasın. Peygamberler gibi seçilmiş ve korunmuş bulunan özel insanlar hariç bu durumun hiçbir istisnası bulunmamaktadır. Bu açıdan insanların hayatları az ya da çok kusurlarla doludur ve tenkit edilebilecek pek çok yönleri bulunmaktadır.

Tenkidin çok yapıcı yönleri de bulunmaktadır ve insanı hem ihtiyata sevk eder, hem de doğru ve istikamette olmasını sağlar. Müsbet tenkit dediğimiz şey, tenkitte aşırıya gitmeksizin yapıcı olmaya çalışılmasıdır. Eğer yapıcı tenkit terk edilir ise, insanların yanılmaları, hata etmeleri, yanlışlarını doğru görmeleri mümkündür. Bu itibarla kişilerin tenkide açık olması, tenkit edilen hususlarda kendisine ders çıkarması, yaptıklarını gözden geçirmesi, muhasebesini yapması kendi yararına olacaktır. Tabii ki yapılan her türlü tenkit de yerinde ve doğru olmayabilir.

Akademisyen olarak bizler de yazdığımız makaleleri, kitap çalışmalarını, tezlerimizi yazarken defalarca kendimiz okur, hatalarımızı düzeltiriz. Ancak aynı çalışmaları bir başka hocalarımıza, arkadaşlarımıza verdiğimizde görürüz ki, defalarca okuduğumuz ve düzelttiğimizi düşündüğümüz yazılarımızda çok bariz hatalar yapmışızdır ve bunlar bizim gözümüzden kaçmıştır. Ondan dolayı başkalarının gözünden çalışmamızın tenkidini almamız çok yararlı olacak ve ileride neşredildiğinde çok daha az tenkit ile karşılaşacağız.

Tenkide medar olan konulardan bir örnek üzerinde durmak istiyorum. O da kişilerin yazdıkları kitaplardır. Yukarıda insanlar arasında istisna olarak nasıl ki peygamberleri zikrettik, bu konuda da şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm yani Allah’ın kelamı istisnadır. Bunun dışındaki tüm kitapların tenkit edilebilecek tarafları bulunabilir. Yalnız şunun akıldan uzak tutulmaması gerekir. Bir kitap ne zaman yazıldı, muhatabı kimlerdi, yazılış gayesi ve maksadı ne idi gibi soruların öncelikle cevaplandırılması gerekir. Kişilerin tam anlayamadıkları bir kitabı tenkide cüret etmeleri tam anlamıyla insafsızlıktır. Zira okuryazar olmak, bir kısım şeyleri okumuş olmak her şeyi anlayabilecek seviyeye gelindiğini göstermez.

Osmanlı Devleti’nin zirveye tırmandığı XV. ve XVI. asırlarda tartışılan konulardan birini örnek olarak verelim. O da Muhyiddin İbn Arabî (v. 638/1240)’nin durumudur. Bazıları, onun Allah’ın kamil ve eksiksiz en büyük velisi olduğunu iddia ederlerken, bazıları da en büyük kâfir olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onu kâmil ve eksiksiz bir veli kabul edenler ona Şeyhu’l-Ekber derlerken, muhalifleri ise Şeyhu’l-Ekfer lakabını takmışlardır. Bunun benzeri bir durum II. Abdülhamid için de söz konusudur. Ona bir kısım insanlar “Ulu Hakan” derken, bazıları da “Kızıl Sultan” lakabını takmışlardır. Tabii ki her bir insan gibi hem Muhyiddin İbn Arabi hem de II. Abdülhamid Han da insan olmaları hasebiyle bir kısım hatalar yapmış olabilirler. Ancak bunlar birinin büyük şeytan diğerinin de kızıl sultan şeklinde itham edilmelerini gerektirmez. İbn-i Arabi ile ilgili aşağıda nedenlerinden söz edeceğiz. II. Abdülhamid Han ile alakalı ise öncelikle onun pek çok hasenatına, güzelliklerine, iyi ve isabetli icraatına, fevkalade yerinde kullandığı siyasetine, ümmetin birlik ve beraberliğine yaptığı katkılara, Avrupa’nın özellikle de İngilizlerin, Siyonistlerin oyunlarını bozmasıyla Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmasına bakılmalıdır. Avrupalılar ve özellikle Siyonistler menfaatlerinin engellediği, istediklerini alamadıkları için ona Kızıl Sultan yaftasını vurdular. Onların ağzıyla dahildeki bir kısım insanların ona aynı yaftayı vurmaları ise çok büyük bir haksızlıktır ve kabul edilebilecek bir şey değildir.

Muhyiddin İbn Arabî hakkında hem kendi zamanında hem de sonraki zamanlarda haksız yere birçok tenkitler yapılmıştır. Özellikle İbn-i Arabi’nin kitapları üzerinden yapılan tenkitler İbn-i Kemal döneminde de devam etmiş ve buna verdiği bir fetva ile cevap vermiştir. O, Arapça olarak kaleme aldığı fetvâsında salât ve selâmdan sonra şu meselelere dikkat çeker:

“Şeyhu’l-Azam, şerefli önder, âriflerin kutbu, muvahhitlerin imamı, Endülüslü Hâtem Tay kabilesinden Muhammed b. Arabî, kamil bir müctehid ve faziletli bir mürşiddir. Onun hayret verici menkıbeleri ve hârika halleri, âlim ve fâzıl kişiler yanında makbul olan çok talebesi vardı. Onu inkâr eden hata eder. İnkârında ısrâr ederse yoldan çıkmış olur. Böylesi kimseyi Sultan’ın terbiye etmesi ve onu itikâdından çevirmesi gerekir. Çünkü Sultan doğruyu emretmek ve kötülüklerden menetmekle görevlidir.

Onun pek çok eseri vardır. Bunların içinde en meşhurları Fususu’l-Hikem ve Fütuhât-ı Mekkiyye’dir. Bazı meseleleri vardır ki, lafzı ve manası malumdur, ilâhî emre ve şer’-i Nebeviyye’ye uygundur. Bazı meseleler de vardır ki, onlar keşf ve bâtın ehlinin anlayışına göre açık, zâhir ehlinin anlayışına göre ise gizlidir. Kastedilen manaya muttali olmayan kimseye bu makamda susması gerekir. Zira Yüce Allah: “İlmin olmadığı şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin her biri bu davranıştan sorumludur” (İsra (17), 36) buyurmaktadır.”

İbn-i Kemal, (“Muhyiddin İbn-i Arabî Hakkında Fetvâ”, Mecmûa, S. K., Hasan Hüsnü Paşa Koll., nr. 121, vr. 364; Topkapı Revan 20/2 (3570)) bu fetvasında özellikle bir kimsenin anlamadığı bir söz ve fikir karşısında onu düşünmeden ve araştırmadan tenkit ve reddetmeye kalkışmasını doğru bulmaz. Böylece İbn-i Kemal, tenkitte ilmî bir metot getirmiş olmaktadır. Özellikle fetvâsındaki iddiayı güçlendirmek için, getirdiği âyetle ortaya konan ve bilme iddiasında olanların, bir meseleyi anlayıp dinlemeden tenkit veya kabul etmeleri hoş görülmemektedir. Onun bu fetvasını ilmî bir tenkit örneği olarak incelendiğinde, bu fetvâda serdettiği fikirleri şöyle özetlenebilir:

1- İlmî meseleleri tenkitte aşırı gidip, bir ilim adamını toptan red veya kabul etmeğe gidilmemelidir.

2- Bir bilim adamının yanlışını onun aleyhinde propaganda aracı yapmamalıdır. Bu huzursuzluk doğurur.

3- Bir bilim adamının herkes tarafından kolayca anlaşılması gerekmez. Anlaşılmayan sözlerini anlayabileceklere bırakmak gerekir.

4- İnsanın iyi anlamadığı ve bilmediği bir meseleyi başkalarının hevâî sözüne kapılarak red veya kabul etmek yani ona uyup ardından gitmek yanlıştır.

5- İnsanın ardından gideceği, uyup uygulayacağı şeyi kesinkes bilmesi gerekir. Bunda da ilmî vicdanına, muhakeme etmesine dikkat etmelidir.

Bu fetvâ, Yavuz Sultan Selim üzerinde de müessir olmuştur. Yavuz, Mercidabık zaferinden sonra Şam’a gittiğinde onun kabrini buldurmuş ve Mısır Seferi dönüşünde dört ay kadar Şam’da ikameti esnasında Şeyh’in kabrine türbe, yanına bir de cami ve imaret yapılmasını ve kendisinin hareketinden evvel tamamlanmasını emretmiştir. Gerçekten mimarlar ile usta ve ameleden bir kısmı gece ve gündüz çalışmak suretiyle istenilen şeyler tamamlanmıştır. Yavuz bu camide ilk cuma namazını kılmış, vakıflarını tertip ettirmiştir.

İbn-i Arabi ile alakalı verilen bu fetvadan hareketle, tenkitte insaflı olunması, yersiz tenkitlerden kaçınılması, neyin ne zaman söylendiği ve yazıldığı gibi pek çok etkenin göz önünde bulundurulması ve yapıcı bir tenkit yapılması icap eder. Yıkıcı ve özellikle de iftiraya varan tenkitlerden uzak durulmalıdır. Zira yersiz tenkitlerin mutlaka dünyada ya da ukbâda hesabının sorulacağı bilinmelidir.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir