
Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Önemli Bir Bilge :
YUNUS EMRE

Yunus Emre, Tapduk Emre
Anadolu gizemciliği (sûfîliği), geniş bir sûfî yorumlar yelpazesini içeren büyük bir araştırma alanını kapsar. Bir çok bilim adamı, Türk halkları arasında İslam’ı yayan ata ve babaların varlıklarını ve İslam öncesi geleneklerini uzun süre koruduklarını belirtmektedirler. Anadolu’nun kırsal ve göçebe halkı arasında yayılmış olan İslam, eskil (arkaik) karakterini hep korumuştur. Kırsal ve aşiret yaşamı sürdüren halklar, kendilerini eski inançlarına yeniden bağlayan göbek bağını hiç kesmediler. Çünkü yeni liderleri, baba ve dedeler, sadece eski kam-ozan soyundan gelmeydiler. Hala İslam öncesi gelenek ve inançların etkisindeki halk, medresenin manevi ve kültürel etkisi altına girmeye henüz hazır değildir ve yaşamlarını Orta Asya gelenek ve göreneklerine göre sürdürmeye devam etmektedirler.
Anadolu insanı geçmişte özümsediği birçok inanç, kültür ve yaşamsal algılardaki tarihsel ve sosyolojik olguları, senkretik çözümlemelerle, felsefi, mitolojik ve dinsel bağdaştırmalarla yeni sentezlere ulaştırmış ve toplumsal önder kimliklerini yücelterek, inanç ve kültür alanında onları adeta simgeleştirerek yaşatmayı, olgu ve simgeleri, yaşam ve inanç biçimi haline getirmeyi, yaşam kozmogonisi için çok daha anlamlı ve vazgeçilmez bulmuştur.
Anadolu inanç ve yaşam ikliminin en önemli temel taşlarından ve simgelerinden biri kuşkusuz Yunus Emre’dir. Yunus’un doğum ve ölüm tarihleri belli olmadığı gibi yaşamı hakkında da çok kesin deliller bulunmamaktadır. Yaşamı ile ilgili görüşlerden bazıları O’nun XIII. yüzyılda, bazı tarihçilere göre XIV. yüzyılda, bazı araştırmacılara göre de XV. yüzyılda yaşamıştır. Elimizdeki nefeslere (şiirlere) bakıldığında sözkonusu olay ve kişilerin serencamının bütün bu yüzyılları kapsadığı fikrinden hareketle araştırmacıların bu farklı tarihleri vermeleri hiç de anlamsız değildir. Bunun yanında, bu tasarımlardan hareketle Yunus’a atfedilen nefeslerin hepsi acaba O’na mı aittir? Yoksa bazı nefesler sonradan yazılıp, sonradan O’na mı atfedilmiştir? Ayrıca diğer bir problem de biz birkaç Yunus’la mı karşı karşıyayız?
M.F.Köprülü’ye göre Yunus, uzun bir yaşamdan sonra H.707 (M.1307) tarihi civarında vefat etmiştir. Dolayısıyla Köprülü, Yunus’un yaşamını XIII. yüzyıl olarak vermektedir. Bunun önemli dayanaklarından biri olarak ;
“Dahi tarih yedi yüz yedi idi
Canı Yunus bu yolda kodu idi” beyiti gösterilmektedir. Ancak bu beyitin ölümle mi yoksa başka bir olayla mı ilgili olduğu çok açık değildir. Ayrıca beyitte işlenen ve Yunus’un başkoyduğu hadise (dervişliğe girişi de olabilir), beyitin bu olaydan uzun bir zaman sonra yazıldığına da hükmedilebilir. O zaman ölümünün bu tarihi takibeden yıllarda olduğunu kabul etmek ne kadar doğrudur?
Köprülü, bu iddiasında daha ziyade tarihsel muhakeme ve tahlile dayanmakta, Yunus’un şiirleriyle XIII. yüzyıl arasında olumlu bir bağ ve bağlantı kurmamaktadır. Yunus nefesleri (şiirleri) ise dil yönünden XIV. yüzyıla daha uygun görülebileceği gibi, bunların XIII. yüzyılda yazıldığına dair de hiçbir belge bulunmamaktadır. Abdülbaki Gölpınarlı ise, Yunus’un 1273 tarihinde vefat eden Hz.Mevlana ile olgun bir yaşta görüştüğünü söyleyerek O’nun yaşamını biraz daha geriye götürür. Ancak Gölpınarlı’nın da tezini kanıtlayacak hiçbir belge bulunmamaktadır. Kenan Sabri Hatipgil, Gölpınarlı’yı bu iddiaya sevkeden en önemli etkenin Yunus’a atfedilen bir nefesten kaynaklandığını iddia etmektedir. Buna göre ;
“Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
Mevlana meclisinde saz ile işret oldu
Arif ma’niye daldı çün biledir ferişte” beyitinde “Mevlana Hüdavendigar” tabirinin sonradan konmuş olma ihtimalinin yanında, “Mevlana Hüdavendigar” sözlerinin XIII. yüzyıl sonlarıyla XIV. yüzyıl başlarında bütün devlet ve tasavvuf büyükleri hakkında kullanılıp Mevlana’ya henüz âlem olmadığı (bu tabirin Murad-ı Hüdavendigar hakkında kullanılmış olması da düşünülebilir) ve bu “Nazar Kılış” ın fiilî olmayıp manevî olabileceği düşünüldüğünde bu iddia da temelsizleşmektedir.
Bütün bunlara baktığımızda Yunus’un eldeki verilere göre kesin olarak XIII. Yüzyılda yaşadığını söylemek zordur.
XV. yüzyılda yaşadığını iddia eden araştırmacıların iddialarının daha zayıf olduğu gözlenmektedir. Bu iddia; Yunus’un H.843 (M.1439) tarihinde öldüğüne dair bir rivayetin sonucudur. Köprülü bu rivayeti zaten çürütmüş olup, Hatipgil de, bu rivayetin yanlış olduğunu savunmaktadır.
Katip Çelebi, Şeyhî, Müstakimzâde gibi müelliflerin H.843 (M.1439) olarak verdikleri ölüm tarihleri de geleneksel bakışın dışına çıkmayan, belli iddialardan nakille önerilen tarihlerdir ki bunların da kesin tarihsel deliller içermediği açıktır. Ayrıca buradan hareketle bu ve benzeri müelliflerin önerdikleri bu tarihlemelere bakarak, başka bir Yunus’la karıştırılma ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, eğer Yunus bu tarihte ölmüş olsa idi, yani XV. yüzyılda yaşamış olsa idi yaşamının bu kadar bilinmez olması mümkün olamayacağı gibi, bu dönemde olgun bir yaşta bulunan Aşıkpaşazade’nin O’nu tanımamasına ve yüzyıl daha önce yaşamış göstermesine de olanak yoktur. İlk Osmanlı müellifleri hakkında önemli bir kaynak olan Şakâyık-ı Nu’mâniye’de Yunus, Yıldırım Bayezid dönemi (1389-1402) şeyhleri arasında gösterilmektedir. Yaşamı, Yıldırım dönemine daha uygun görünen ve bu dönem kimlikleriyle görüşmüş olan Aşıkpaşazâde, O’nu, Orhan Gazi devrinde (1326-1360) mevcut ve Sultan Murad devrinde (1360-1389) de yaşamağa devam etmiş göstermektedir. Köprülü bu görüşü kabul etmese de bu görüşü çürütecek deliller ileri sürmemiştir. Bununla birlikte ; “Aşıkpaşa ile çağdaş sayılan Yunus’un herhalde XIII. yüzyılın ikinci yarısında yetiştiği, 1439’larda öldüğü düşüncesinden daha makuldür” ifadesiyle, XV. Yüzyılda yaşadığını açıkça reddetmiş ancak XIV. yüzyılın birinci yarısında hayatta olduğunu açıklamış ve ikinci yarısında da yaşamış olması ihtimaline hiç değinmemiştir.
Yunus’un yaşamı ile ilgili en tutarlı tavır kuşkusuz Aşıkpaşazâde ve Taşköprülüzâde’ nin görüşlerinde gözlenmektedir. Bu müelliflere göre ; Yunus’un 1307’de genç bir kişi olduğu, XIII. yüzyılın sonlarında doğup, XIV. yüzyılın sonlarına kadar yaşadığı anlaşılmaktadır. Esasen 1272’de doğup, 1333’de vefat eden Aşıkpaşa ile çağdaş olduğunun kabulü, kendisinin XIV. yüzyılda yaşamış olduğunu göstermektedir.
Nevzat Yesirgil ise doğum ve ölümü ile ilgili bazı farklı ve kesin hükümlere varmaktadır. Yesirgil’e göre Yunus’un hangi yüzyılda yaşadığı meselesi çözülmüştür. Risaletü’n-Nushıyye adlı şiirini 1307’de yazdığı, eserin içindeki bir kayıttan anlaşılmaktadır. Diğer iki şiirinde de Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207-1273)’nin kendisine “nazar kıldığı”, yani Mevlana ile görüştüğü, O’nun saz ve içki meclislerinde bulunduğu kayıtlıdır. Ayrıca, nefeslerinde XIII. yüzyıl sonuna kadar yetişen sufilerden bahsettiği halde, daha sonraki devrin tarikat ulularından hiç bahsetmez. Bu nedenlerledir ki, O’nun XIII. yüzyılın ikinci yarısında ve XIV. yüzyılın başlarında yaşadığı anlaşılmaktadır. Doğum ve ölüm tarihleri son yıllarda bulunan XVI. yüzyıla ait bir vesikadan öğrenilmektedir. Bu kayda göre; “ Vefat-ı Yunus Emre sene 720- Müddet-i ömür 72”, yine Yesirgil’e göre, Yunus H. 648- M. 1250 yılında doğup, H. 720- M. 1320 yılında öldüğü ve 70 yıl yaşadığı anlaşılmaktadır.
Nerede doğduğu konusunda ise, Yesirgil, Bektaşi velayetnamelerini adres göstermektedir. Hangi velayetname olduğunu belirtmeden verdiği kayıtta, O’nun Sakarya çevresinde Sarıköy’de doğduğunun kayıtlı olduğunu belirterek Şeyhi, Tapduk Emre’nin de Sakarya çevresinde yaşayıp öldüğü göz önünde bulundurulduğunda velayetnamedeki kaydın gerçeğe uygun olduğunu iddia etmektedir. Yunus hakkında diğer iddialardan biri de, Yunus’un ümmi olup olmadığı meselesidir. Bazı nefeslerinde “eline kalem almadığını” , “ne kara ne ak okuduğunu”, “ak üstüne kara yazmadığını”, “elif- cim okumadığını”, söylemektedir. Yaşamı etrafında oluşan menkıbelere göre de, çocukluğunda okula verilmişse de Arap alfabesine dili dönmediği için okuldan ayrılmıştır. Bu temellere dayanılarak daha sonraki yüzyıllarda yazılan çeşitli eserlerde Yunus’un ümmi olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, XX. yüzyılda O’nun şiirleri üzerinde yapılan incelemeler, medrese öğrenimi gördüğünü, felsefe, tefsir ve fıkıh gibi bilimlere yabancı olmadığını, Arapça ve Farsça bildiğini ortaya koymaktadır.
Bektaşi Velayetnamesi’ndeki menkıbeye göre, Yunus gençliğinde çiftçilikle uğraşmış, sonradan tarikata girmiştir. Sakarya çevresinde yaşayan Tapduk Emre’ye intisâb etmiştir. Birçok nefesinde Tapduk Emre’nin dervişi olduğunu açıkça söylemekte, Şeyhini saygıyla anmaktadır. Yunus’un şiirlerine ve diğer kaynaklara bakıldığında Tapduk Emre, Barak Baba’nın, Barak Baba ise Sarı Saltuk’un, Sarı Saltuk’ta Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifesidirler. Bu bakımdan Yunus’un Bektaşi tarikatından olduğ, en azından Bektaşi meşrepli olduğu güçlü iddialar arasında olmakla birlikte kanımızca böyle bir tasavvuf erinin yaşadığı dönemin sosyolojik ve kültürel arka planı da düşünüldüğünde belli bir tarikat içinde olması veya bir tarikat mensubu olarak gösterilmesi çok doğru bir yaklaşım olmayıp, bilimsel bir tavır da değildir. Çünkü Yunus’u aynı zamanda Yeseviliğin, Kalenderiliğin, Melamiliğin, Hurufiliğin veya Vefailiğin vb. içinde göstermek de mümkündür.
Mezarının nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Yunus’un olduğu iddia edilen dokuz mezar bulunmaktadır. Bunlar, Bursa’da, Kula ve Salihli arasındaki Emre köyünde, Afyonkarahisar’a bağlı Sandıklı’da, Isparta’ya bağlı Keçiborlu kasabası civarındaki bir köyde, Karaman’da, Konya- Aksaray’da bir tepe üzerinde, Sivas yakınında yol üzerinde, Erzurum’a bağlı Palandöken Dağı eteğindeki Dutçu köyünde ve Eskişehir’e bağlı Porsuk suyunun Sakarya’ya karıştığı yerdeki Sarıköy’dedir.
Yapılan araştırmalara göre, Sarıköy’deki mezarın ona ait olma ihtimali çok kuvvetli görünmektedir. Diğer mezarların bir kısmı başka Yunus’lara ait olup, bir kısmı da Yunus Emre adına makam- tekke olarak inşa edilmişlerdir.
Yunus Emre’nin yaşamı etrafında çeşitli menkıbelerde oluşmuştur. Bunların bir kısmı yazıya geçirilmiş, bir kısmı da halk ağzında, sözlü gelenek içerisinde bugüne kadar söylene gelen söylencelerdir.
Bir halk menkıbesine göre, “ Yunus’u küçükken okula vermişler, fakat alfabeye dili dönmemiş:
“Elif okuduk ötürü
Nazar eyledik götürü
Yaradılmışı severiz
Yaradandan ötürü” deyip okulu bırakmıştır.
Bektaşi Velayetnamesi’ne göre: “ Sivrihisar kuzeyinde Sarıköy denen yerde Yunus adında yoksul bir adam vardı. Ekincilikle geçinirdi. Bir kıtlık yılında pek bunaldı. Kırşehir’e yakın Sulucakarahöyük (Hacı Bektaş kasabası) denen yerde Hacı Bektaş adlı bir ermişin halka yardım ettiğini duyunca ona başvurmaya karar verdi. Eli boş gitmemek için öküzüne alıç (bir çeşit yabani muşmula) yükleyip dergaha gitti. Hacı Bektaş’ın huzuruna çıkıp alıç karşılığı buğday verilmesini rica etti. Hacı Bektaş bu isteği hoş karşıladı. Yunus’u misafir etti. Yunus, köyüne döneceği gün, Hacı Bektaş ona dervişleriyle haber gönderip:
– Buğday mı, yoksa nasip mi verelim? Diye sordurdu. Yunus:
– Ben nasibi neyleyeyim? Bana buğday versin. Dedi. Hacı Bektaş bir daha sordurdu:
– Alıcın her tanesine bir nasip verelim. Dedi. Yunus:
– Çoluğum çocuğum var, nasip karın doyurmaz, buğday versin de karnımızı doyuralım, dedi. Hacı Bektaş bu sefer:
– Alıcın her bir çekirdeği başına on nasip verelim, diye haber gönderdi. Yunus gene razı olmadı. Bunun üzerine, Hacı Bektaş’ın emriyle, öküzüne dilediği kadar buğday yükletildi.
Yunus yolda giderken yanıldığını anladı, geri döndü, buğdayı indirdi, onun yerine, vaat edilen nasibin verilmesini istedi. O zaman Hacı Bektaş:
-İş işten geçti. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik. Gitsin nasibini ondan alsın, diye haber gönderdi. Yunus, Tapduk Emre’ye gitti, başından geçenleri anlattı. O da:
– Hizmet et, nasibini al, dedi. Ona, tekke için dağdan odun taşıma işini verdi. Yunus bu işte kırk yıl çalıştı. Ama bir gün bile eğri odun getirmedi. Soranlara:
-Bu tekkeye eğri yakışmaz, derdi. Günün birinde tekkede bir erenler toplantısı oldu. Toplantıda Yunus-î Gûyende adında ünlü bir ilahici de vardı. Tapduk Emre çoştu, Yunus-ı Gûyende’ye ilahi okumasını üç kere söyledi ise de, Gûyende’den ses çıkmadı. O zaman Yunus Emre’ye döndü:
– Vakit geldi, o hazinenin kilidi açıldı. Nasibini al. Haydi sen söyle, dedi. O zaman Yunus’un gönlü ve dili açıldı, hiç kimsenin söyleyemeyeceği sohbetler, nefesler söylemeye başladı.
Bir başka söylentiye göre; “Tapduk Emre, Yunus’a kırk yıl seyahat etmesini emretmiş. Yunus gurbet elde kırk yıl dolaştıktan sonra tekkeye dönmüştü”.
Vâkıât adlı eserdeki bir söylentiye göre:
“Yunus Emre Tapduk’a otuz yıl hizmet etmiş, fakat gizli alemin bir türlü kendisine açılmadığını görünce canı sıkılmış, kaçıp dağlara, kırlara düşmüş. Bir mağarada yedi dervişe rastlamış, onlarla arkadaş olmuş. Akşamları dervişlerden biri dua eder, Tanrı’da onlara bir sofra yemek gönderirmiş. Dua sırası Yunus’a gelince, Yunus içinden:
– Tanrım, bunların yanında benim yüzümü kara çıkarma, onlar kimin yüzü suyu hürmetine yemek istiyorlarsa o zatın hakkı için yemek gönder, demiş. O akşam iki sofra yemek gelmiş. Dervişler, kimin yüzü suyu hürmetine dua ettiğini sormuşlar. Yunus:
– Önce siz söyleyin, demiş. Ötekiler:
– Biz, Tapduk Emre’nin kapısında otuz yıl hizmet edenlerin yüzü suyu hürmetine dua ediyoruz, deyince Yunus feyze eriştiğini anlamış, geri dönüp sabaha karşı tekkeye ulaşmış”.
Bir halk söylentisine göre, “Yunus tekkeye dönünce Ana Bacı’yı (Şeyhin karısı) görmüş, kendisini affettirmesini rica etmiş. Tapduk’un son zamanlarda gözü görmez olmuşmuş. Ana Bacı:
– Eşiğe yat. Şeyh sabah namazına çıkarken ayağı takılınca senin kim olduğunu sorar. Ben:
– Yunus, derim. Eğer:
– Bizim Yunus mu?, diye sorarsa, anla ki gönlünden çıkmamışsın, hemen ayaklarına kapan, af dile. Eğer.
– Hangi Yunus?, diye sorarsa, gönlünden çıktığını anla, git derdine derman ara, demiş. Yunus, Ana Bacı’nın dediğini yapmış, Tapduk Emre:
– Bizim Yunus mu?, diye sorunca, ayaklarına kapanmış, suçunu bağışlatmış. Tapduk:
– Kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın. Artık burada kalamazsın. Asamı atacağım, nereye düşerse, git orada Tanrı’ya kavuş, demiş. Asâsını atmış. Yunus asayı tam beş yıl aramış, sonunda onu doğduğu Sarıköy’de bulmuş. Orada başını yere koymuş, ölmüş. Tanrıya kavuşmuş”.
Bir başka menkıbeye göre: “Yunus Emre üç bin manzume yazmış. Bir kitap halinde bu manzumeler, Molla Kasım adlı mutaassıp bir hocanın eline geçmiş. Molla Kasım bir su yanında oturup manzumeleri okumaya başlamış. Dine aykırı gördüklerinden bin tanesini yakmış: bin tanesini suya atmış. İki bin birinci manzumede:
“Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeker
Bir Molla Kasım gelir.” sözlerini okuyunca, Yunus’un ermişliğine inanmış. Ne yazık ki elde bin manzume kalmış. Ama yakılanlarla suya atılanlar da kaybolmamış. Yakılanları gökte melekler, suya atılanları suda balıklar, elde kalanları de insanlar okumaya başlamış”. (Devam Edecek).
